19 Ocak 2015 Pazartesi

Rollerimiz

Hepimizin bir rolü var kimisi kötü, hakkını yedirmez, hak yiyebilir, kimisi mağdur hep hakkı yenilir, kimisi bankacı, yatar kalkar hesaplar, o kaç para bu ekonomi, kimisi anne “yemeğini yedi mi? Ödevini yaptı mı?”, memur yine hakkı yenir, iki yaka hesabı.

Çok inanılmaz şablonlar içindeyiz. Orada olmak istiyoruz. Çünkü bunu seviyoruz işte. Hep hakkı yenilen ve hep hak yiyen nasıl da birbirlerini tamamlamışlar. Kötü adam can acıtırken ne kadar rahattır ve yalan söylerken. Aynı şeyler başka birilerine ne kadar zor olurdu. Bir mağdur ağlarken, anlatırken başına gelen talihsizlikleri, bir başkası babamın tabiriyle “kan kusmuş kızılcık şerbeti içtim demiş”ler söylemez yaşasa da. Tamamen farklı yapılar.

Doğru olanın bu olduğunu düşünüyoruz. Potansiyelimize bakışla da kesinlikle ilgilidir. Kendimize bakış, artık tanıdığımız kendimiz.

Hepsinin kimi örnek aldığımızla ilgisi var. Bu şablonlar biz değiliz. Bunlar sadece şablon. Rollerimiz yani. Bizi böyle kabul edenler var değil mi? Bir grubun içine girmişiz, sırtımızı rahata dayamışız. Oh sonra oturduğun yerden “ah şuyumuz eksik ah bana şans gülmüyor. Sen istemedikten sonra. Kendini tanımak böyle bir şey olabilirdi. Başıma bunlar geliyor çünkü ben bunu istiyorum. Çünkü diğer türlüsünü bilmiyorum ve denemeye de pek cesaretim yok açıkçası.

İşin içine bize ait bir şeyler de katabiliriz. Ne bileyim daha fazla defasında içinden gelene izin vermek mesela. Beğenmediysen “beğenmedim” demek. “Bu ne saçmalık amk” demek. Bırakın kibar olmayı. Neyin kibarlığı kardeşim sen orada öyle anlarsa diye bin parçaya bölün o orada gitsin kendi doğalından kaba olsun. Adamına göre davransanıza. Bakın nasıl bi adam bu? Kendini rahat ifade eder birisiyse mesela ona bolca soru sorabilirim ve kendimi rahat ifade edebilirim. Nelere dikkat ediyor, neler onun için kibarlık, neler dokunulmaması gereken konular, neleri sever, neye güler? Esnek olmalıyız, biz herkesin bizi bizim kendimizi gördüğümüz gibi gördüğünü sanıyoruz. Ama bu doğru değil. Bir çok durumda biz kendimizde sevilecek bir şey göremezken başkaları nasıl oluyor da bizi de bir şeyler buluyorlar. Biz de şaşırıyoruz.
Bir de yeri gelmişken. Çok fazla odaklanıyoruz kendi hikayemize. Konuşsa onu konuşur düşünse onu düşünür olmuşuz. Kime ne kardeşim senin hikayenden. Tamam ben merak edersem soru sorarım zaten.
Yani diyeceğim o, rolleri ufaktan bırakalım, bırakalım bizimle iligili ne düşünürlerse düşünsünler. Rolümüzün ne rolü olduğunu öncelikle bir kendimize söyleyelim. Haydi hep beraber “ ben ana kuzusuyum” veya “ben bir iş adamıyım” sonra da düşünelim, bu durumun bana getirdiği ana şey ne ve ben buna neden ihtiyaç duyuyorum?  Mesela telefonla ne kadar ulaşılabilir olduğunuza lütfen kendiniz karar verin. Son olarak tavsiyem insanların hikayelerini dinleyin. Çok ilginç oluyorlar. Hikaye bittiğinde belli oranda o oluyorsunuz. Kabaca da olsa. Onun ne yapacağı ile ilgili biraz bir konuşma. Onları teker teker öğrenin. Onlara kendilerini ifade edebilecekleri rahatlığı sağlayın. Güvensinler size, kendisiyle dalga geçmeyeceğinize dair. Onu sevdiğinizi veya sevmeye açık olduğunuzu hissettirin. Boş verin mesajları, hesaplamaları, endişeleri. Çok enerjinizi yiyor. İnsanlara bakın. Dikkat edilmesi gereken bir unsur da tekrara düşmesinler, uyarın onları tatlıca, zamanınızı efektif kullanın, konudan sıkılınca da hızlıca değiştirin gözünün yaşına bakmayın. Alacağınız bitti gibi de hissederseniz ortamdan uzayın ;)


30 Ekim 2014 Perşembe

Vipassana

Geçenlerde Vipassana Meditasyon kampına katıldım da...

Kamp çünkü 10 günlük.
Meditasyon yani zihni durdurma pratiğini edinme ve bu şekilde zamanlar geçirme... İnsana en azından dinginlik ve hatta aydınlanma bile sağlayabilir deniyor. Tüm zamanların en popüler ruhsal pratiği...
Vaktiyle TM yani Transandantal Meditasyon ile ilgili 2 günlük bir eğitim almıştım. Mantralı meditasyon idi. Yani bir kelimeyi tekrar ederek zihninizi dizginlersiniz. 6 ay kadar pratik ettim sonra net bir faydasını görmemekten bıraktım. Bir de disiplin işi sonuçta. Ama insan fayda görünce motive olurdur herhalde...

Birkaç sene önce de bir derneğin öncelikle ruhsallıkla ilgili sohbetlerine katıldım ardından Isparta taraflarında Reiki Huzur Vadisi adındaki yerlerinde yine 5-10 günlük bir meditasyon kampına katılmıştım. Hint şarkılı olan ve olmayan bazı bir çeşit bir meditasyondu. Tipleri gözüm tutmadı. Bir karı kocanın tam rehberliğinde bir oluşum ve gelişim. Efendi mürit, hoca mürit, master mürit, guru mürit ne derseniz tarzında ilişkilerin patron ve çalışanı samimiyetinden öteye gitmediğini düşünüyorum. Elemana tam teslimiyet ne derse kabulu getiriyor. O yasaklar koyabiliyor. O konuşuyor siz susuyorsunuz. Ona saygı göstereyim derken müritler ne şekillere girdiklerini farketmiyor. Hoca havaya girmekten kendini alamıyor. Hem hocanın hem müridin hem ilişkinin çok net karakteristikleri var, kalem kalem sayılır. Bir ara sayarım.

Vipassana 10 günlük sessizlik meditasyonu olarak da biliniyor. Ve katılanlar bunu biliyor, okuyor, imzalıyor. Sigara yok, alkol yok, yazmak yok, okumak yok yani kendinizle ilgilenmek dışında her şey yasak. İlk akla gelen konuşmadan durmak beni zorlar mı? Eminim herkes ilk bunu düşünür. Kampı yarıda terkeden, dayanamayan olduğunu duymuştum. Kendimi deneyebilirdim. Seneler önce Vipassana Meditasyon kampına katılmış sevdiğim, güvendiğim ve kafası açık bir arkadaşım bana Vipassana’nın onda çok şey değiştirdiğini ve harika olduğunu söylemişti. Hep aklımda vardı bir ara bu kampa katılmak. Ülkemizde de senede bir iki düzenleniyordu ve ben isteyip de denk gelememiştim. Geçenlerde bir tanesine denk geldim. Kuşadasında bir otelde olacaktı. Gittim.

Vipassana Goenka adında Hintli bir adamın yarattığı Budizm öğretilerini de içeren ve belki bunda bir takım eklemeler ve iyileştirmeler de yapmış bir teknik. Kampta yemekler dışında hiç durmadan meditasyon yapıyorsunuz. Aralarda organizasyonun tayin ettiği, yetkin bir kişi sorularınızı sadece birebir olmak üzere cevaplıyor ve size Goenkanın ses kayıtları kademeli mesajlar içerecek şekilde dinlettiriliyor. Ama asıl olarak meditasyon esnası ile ilgili yönlendirmeleri var. Hintli ve koyu bir hint aksanıyla iyi bir ingilizceyle bunu yapıyor. Kişi kendini aydınlanmış kişi olarak da nitelendiriyor. Başarılı olduğunu düşündüm. Ermişliğinin bana bir faydası yoktu. Ben mesajına bakarım. Adam hayatta değil bu arada. Ama ses kayıtları kampın her aşaması için var. Organizasyonun da başarılı işlediğini düşündüm.

İlk gün. Her sabah 4’te kalkılıyor. Kalktım ve meditasyon yapmaya başladım. Sıkıcı olduğunu düşündüm. Aradığım şey bu muydu? Eski ve yeni öğrenciler var. Önceden bu kampa katılmışlar eski öğrenciler. Onlar için olan talimatlar ayrı. Mesela; akşam yemeği yok. Sadece 5 çayı var. 2 meyveye hak var. Eski öğrencilere meyve hakkı yok. Onların ayrıca hakkı limonlu su. Biraz akşamlar acı acına geçiyor. Bir de bu eski yeni öğrenciler ayrımı biraz beni rahatsız etti. Rehberler var ordaki yetkili asistan Çinli Chong Ming’in talimatları ile organizasyon kısmı ile ilgileniyorlar, sözde onlar da konuşmuyor. Eğer hocayla (asistan) konuşmak istersen belli saatler arasında hocaya bildiriyor ve sıran geldiğinde seni onun yanına götürüyor. Öyle hop diye adamın yanına gidemezsin. Karşında da olsa. Bu rehberler tam teslim olmuş kişiler. Padişahla ilişkide gibiler. Saygı o şekil. Gerekli mi tartışılır.

Chong’a gelince. Bu arkadaş 40’larını geçmemiş konusuna hakim, sevgi dolu çünkü içten gülümsemesini cömertçe dağıtan böyle hakkaten parlak bir arkadaş. Onu gözüm tuttu.

Tüm katılımcıların da tam teslimiyet halinde kurallara uyması bir yandan saygı değer bir hareketken bir yandan böyle bir teslimiyet bana vipassananın tarikatların sistemiyle aynı olduğunu hissettiriyordu. Bu hiyerarşik yapının hiç bir noktası sorgulanamazdı. Gizliden afaroz tehdidi vardı. Tüm hiyerarşik yapılarda bu vardır.

Neyse ben öğlen 12’de Chongun huzuruna çıktım ve ayrılmak istediğimi bildirdim. Üzerimde tam hüküm söz konusuydu ve ben buna gelemem. Bana uymaz. Yoksa herkes takılsın, millet memnun olduktan sonra. Neyse Chong “ne kolay pes ediyorsun” dedi. “Daha hiçbir şey görmedin”. Haklıydı. Ona geçmişimde meditasyonu hayatıma katmak için olan diğer girişimlerimi de anlattım. Onların da başarısız olduğunu söyledim. “Hah işte” dedi. “Onlarda da erken pes etmişsin”. Ona her defasında farklı olduğunu genelleme yapılamayacağını söyledim. Sonra öze geldim. “Burada hiyerarşik bir sitem var ve bunun içinde olamam, ben anarşistim” dedim. Ayrıca genelde kararlarını mantıktan çok hissiyatlarına göre alan birisi olduğumu içimde orası ile ilgili kötü hislerin olduğunu ve hissiyatlarımın şimdiye kadar beni çok yanıltmadığını söyledim. Kısaca işe yaramazlık hissettiğimi söyledim. O da o tatlı gülümsemesiyle orada hiyerarşi olmadığını herkesin eşit olduğunu söyledi, anarşistliğimi destekledi. “Gel erken pes etme” dedi. Ben de “tamam” dedim. Beni ikna etti. Aslında endişelerimden sıyrılmıştım. Beni asıl etkileyen Chong’un sevgi doluluğunu ben kendimi çok net ifade ederken kaybetmemiş olmasıydı. Çok olgundu. Hoşuma gitti.

2. gün sakin geçti. Kendi zihnimi kontrolde geliştiğimi farkettim. Halen Vipassana’nın benim bildiğim meditasyondan ne noktada farklı, üstün veya yetkin olduğunu bilmiyordum. Şimdilik her şey aynıydı. Fayda sağlıyordum. Sigarayı durdurmanın ne kadar kolay olduğunu görmek de hoşuma gitmişti.

3. gün bana yine geldiler. Oda arkadaşım vesaire birilerine 2 kelime edecek oldum ve gözlerindeki korkuyu gördüm. Yanlış bir şey yapıyor olmanın korkusunu. Ortada bir gariplik vardı. Kişilerin bu itaatkarlıkları ele geçtiklerini gösteriyordu. Tarikatçılık bana gelmedi. Aynen gittim “ben ayrılıyorum” dedim. Chong beni yine hoş karşıladı ve şu ana kadar Vipassana hazırlıklarının yapıldığını, Vipassana’nın 4. gün başladığını ve bunu beklemem gerektiğini orda süper şeyler olacağını söyledi. Vipassana’yı bir yandan ruhsal bir ameliyat olarak adlandırdıkları için de 4. günden sonra ayrılmanın ameliyatın yarım bırakılması kadar tehlikeli olması sebebiyle kimsenin ayrılmasına izin veremeyeceğini söyledi.  Gidip düşünmem gerektiğini ve istediğim takdirde o gün içinde ayrılabileceğimi ama kalırsam bir daha ayrılamayacağımı bana söyledi. Ben yine biraz ikna oldum. Her defasında adam beni rahatlatıyordu. Yine öyle oldu. Her ne kadar böyle bir manastır hayatı ve kurallar dünyası hoşuma gitmese de Vipassana kısmını da merak etmiştim açıkçası. Ayrılmadım.

4. gün öğleden sonra 2 saatlik ilk bir oturumla Vipassana kısmı başladı. 6 gün daha böyle yaşamaya devam etme fikri beni zorluyordu. Hayatımdan 10 gün verdiğim şeyin bana ne verdiği konusunda biraz hassastım. Hiç mi hiç tatmin olmadım o 2 saatten. İlerleyen günlerin bunun tekrarı olacağını hissettim. Ani bir kararla eşyalarımı topladım ve benimle aynı anda oda arkadaşım hiç konuşmadığım bir çocuk da ayrılmaya karar vermişti. Bu sessizlik oyununun bu kadar ciddiye alınıyor olması, herkesin kendini rolüne bu kadar kaptırmış olması insanda konuşma ihtiyacı yaratıyor. Yanındakine sormak istiyorsun “sen ne düşünüyorsun?” diye ama yasak. Tarikatlarda veya diğer tip diktatörlük sistemlerinde de olan şeydi bu, sistemi değerlendirmek yasaktır, eleştiremezsin. Yoksa sistem seni nefretiyle cezalandırır. Aynen öyle de oldu. Ben Chong’la görüşmeden grupta benim oraya gitmeme vesile olan Endonezyalı arkadaş Fahmi’ye sesli bir şekilde oradan ayrılacağımı söyledim, illa çevrede insanlar da bunu duydu. Sanki günah işlemişim gibi bana bakmaya başladılar. Chong’a ayrılacağımı Vipassana’dan tatmin olmadığımı, insanların gözünde oluşan korkuların normal olmadığını, hiyerarşik bir sistemlerinin olduğunu söyledim ve sordum “ sen mesela şu binanın tepesinden (meditasyon salonu ordaydı) bir kere bir aşağı indin mi? Gelip bizle bir çay içseydin ne olurdu? Sen havaya girmişsin. Şu rehberler kölen olmuş, tarikat olmuşsunuz, sistem bana uygun değil” dedim. Chong aşağıda başkasına konuştuğum için beni Vipassana’ya saygısızlık yapmakla suçladı ve artık benden nefret ediyordu. Ayrılırken yine de her şey için teşekkürler derken artık bir duvara konuşuyordum. Sistem beni sevmemişti. Çünkü kurallarını delmiştim, efendiyi kabullenmemiştim ve hiç bir şeyden korkmamıştım.

Toplam 100 kadar kişi varsa ertesi sabah ayrılan Fahmi ile birlikte ayrılan 3 kişi olduk diğer 97 kişi deneyimine devam etti. En azından son bıraktığımda. Belki onlarda bu sistemin saçma olduğunu düşünmüşlerdir ama yine de deneyimlerini tamamlamayı seçtiler. Öyle de yapılabilirdi. Ama ben yapmadım. Hiç bir zaman bilemeyeceğim bitirseydim ne olurdu? Hakkaten tahmin etmediğim bilinç sıçramaları beni bekliyor muydu? Yoksa 6 gün daha kendine hükmettirmekten başka bir şey olmayacak mıydı?”


30 Ekim 2013 Çarşamba

Gecikmiş. Direniş


Konumuza konsantre olmuştuk. Bir amerikan filminde oynamayı, macera içinde olmayı hızlıca ve kolayca becermiştik. Bakıyorum da.
Konuyu ciddiye alışımıza gülümser ve hafif gururlu bir şekilde şaşırıyorum.
Sanki gerçek çatışma. Değildi de denemez ama.
Yürüdük ve bağırdık. Haykırdık ve alayına atarlandık.
Yazdık kağıtlara “öylesiniz, böylesiniz”. Artık “yeter”di, vakti gelmişti. “Neydi bu be”. Sesimizi kes medyaları tut, al, sat, oh ne ala memleketti.
Hakkaten yaralandık da.

Çadırlar kurmuştuk. Hem eğlenip hem neyin içinde olacağımızı tahmin etmeye çalışıyorduk.
AVMden midemiz kalkalı rahat 4 sene oluyor.
Boyun eğmeyecektik.
Komün nah işte orasıydı. Ne olması gerekirdi ki. Herkes vardı. Polis yoktu, yönetim yoktu. Eğer burada kimse kimseyle ciddi bir sorun yaşamazsa harika olacaktı. Tüm varoluşa kendimizinde emin olamadığız şeyi ispat edecektik. Bir gün masaya otururken elimiz daha güçlü olacaktı. “Oluyor kardeşim” diye bağıracağımız gün gelecekti. Çünkü bu yönetimsizlik devletçilerin gözünde “kavga çıkar” korkutmasından ileri değildi.
Habeleşiyorduk. Tek silahımız buydu. İyi miyiz diye annemize ve dünyaya haber vermekti. Varsa son haber yakalamaktı.
Zulüm kuytuda yapılır. Hiçbir zalim herkes bakarken gerçek yüzünü göstermez. “Zulüm var” diye haykırmak şimdilik yeter gibiydi. Espirilerle tüm gerçekler, efendinin aslında ne olduğunu kustuk, kustuk.
Yaralanma bir gerçekti.
Aynı yardımlaşma gibi.
Normalde her karede en az üç beş çapulcu oluyor gördüğünüz gibi. Biraz uzaktan bakınca koşuşturan çapulcular görebilirsiniz. Peki kalpleri orada olan evindeki işindeki çapulcular? 5 milyon kişiden bahsediyoruz. Hollanda falan kadar. Kopsa, kesse asalaklarını tek başına var olabilir. Bu bir ayrımcılık mıdır? Bazen bazı tipler, kafalar, yaşam felsefeleri, bilinç seviyeleri, dünya görgüleri, vizyon ve görevleri bağdaşmaz insanların. Kimisinin kafa kopmuştur. Kimisinin ise “bir dur ulan, yakıyonuz petrolleri yok enerji motor çalıştıracaz diye. Dünyanın doğal dengelerini ye bitir. Kur fabrikaları, atıkları git doğanın ortasına sıç”. Sonra sen niye aykırılık yapıyorsun? Bu atıkları temizlemek ayrı bir maliyet gerektirir. Kafası kopmuş zihniyet “giderim adamına biraz sus payı veririm, arıtmaya vericeğim paradansa” der. Ne kadar acı. Bu kafası kopmuş zihniyet herşeyi para hesabına vurur. İş yapıyoz ya burda. Plastikler. Gemilerden sızanlar. Shell rafinerisi patladı bi iki sene önce. Lütfen ya. Canlı türlerinin hali falan. Hadi geçtim insan canlısının türlerine nasıl yaklaştığınızı. Kafası kopmuş zihniyet insana çalışma makinesi gibi bakıyor işte. En pis hali de bizim ülkede. İnsanları hayvan gibi çalıştırıyorlar. O ekstra mesailer, hep duyuyorum. Başkasını alırım diyor. Az yakan A sınıfı buzdolabı almak gibi görüyor insanları. Kafası öyle çalışıyor hesap kitap. İnsanlar her daim hipnoz halinde yaşıyorlar, strese giriyorlar, sonra dayan antidepresana. Kimyasal uyuşturucunu çak işe devam. Sonra “biz  niye hasta oluyoruz”. E ben mi hasta olucam?
Çapulcular bu duruma “yeter lan” diyenlerdir.

19 Eylül 2013 Perşembe

Son bölümden sonra aylar geçti.
Bu arada hem kendi adıma hem herkes adına bir çok olay oldu.
Sabit evsiz olma sürem ise... Geçen aralıktan itibaren hesaplayın.
9-10 adet ev değiştirdim. En fazla süreni 3 ay, en az süreni 3 gün.
Önceden tanıdığım başka başka insanlarla birlikte yaşadım.
Geçen zamanda önemli olaylardan biri de Gezi Direnişi oldu.
Yüzde seksen her gece oradaydım. Son saldırı günü, cumartesiydi eve gitmiştim.
Eve girer girmez haber geldi. Kalktım başkasıyla geri gittim. O gece en son Hilton Otel’deydim.
Sabaha karşı Nişantaşın’da oturan bir arkadaşımın evine sığındım en son. Ülke dev bir değişim ve sorugulama sürecine girdi. Sokaklarda çatışma gibi bir şeyler görmeye başladık. Öyle ya da böyle adamlar öldü falan. Şimdiye kadarki rahat hayatımızda “bir dakka lan, hakkaten böyle de şeyler vardı” dediğimiz oldu. Bir çok insan bu süreçte tek haber alma kanalını değiştiremediği için ve gerçek bilgiler yerine propaganda ve reklamcılık yediği için bir takım yeni ve öfkeli duygu hallerine çekildi. Rabiacılar gibi. Bir çok başka insan tam olarak evrimleşme yolunda inanılmaz zihinsel süreçler geçirdi, geçiriyor. Herkesi egoları tokatlıyor. Korkular bazen daha az bazen daha çok. Güvenlik ve güvenmek konusu sofralarda. Traaam. Birçok başka insanda birçok başka şey yaşıyor zaten. Ama bunlar benim çevremde olanlar topluma bakmayı seviyorum.
Kişisel hayatıma geri gelirsek. EFT çalışmalarım kış aylarında iyi iken yaz aylarında çok o kadar iyi olmuyor. Ramazan da iyi gelmiyor, direniş de hiç iyi gelmiyor J
Ama bu süreçte ister profesyonel olarak ister arkadaş arasında yaptığım çalışmalardan bazıları gerçekten onlarda eksik olan o son parçayı onlara verdi ve onlar ciddi bir yükselişe girdiler. Duygusal bir yükseliş yani daha güvenli, kendini ifade edebilen, ne istediğini bilen veya herşeye açık olan birisi olmak. Artık tamamen emin olmuş durumdayım ki onarılmayı bekleyen bir duygusal dünyamız var. Yeniden eğitime ihtiyaç  var ve onarım. Nasıl olursa olsun.
Bazıları da yardım alamadı, yarı yolda kaldı, emin olamadı. Yaklaşanlar da vardı, hep uzak duranlar da. Dalga geçen, rakip algılayan ve öfkelenenler de vardı.
Kişisel saldırılara maruz kaldım. Herkes gibi. Kendimce yara almamaya çalıştım.
Her günümü videolama iddiasından uzaklaştım sanırım. Ama kopmadım. Ne bileyim hep aklında olur ya insanın. Aynı zamanda tüm bu zamanda direniş dahil her anı videolamaya çalıştım, elimde güzel hikayeleri olan ufakça bir arşiv var aslına bakarsanız. Bunları hikayeleri ile birlikte sizlerle paylaşıcam.
Hindistan planını hatırlarsanız. Onu bana soranlar hala oluyor? “Olmadı, abi o iş sonra çok başka şeyler oldu” dedim. İsteyen beni dava edebilir J Yok ben de sadece planı ertelemiş durumdayım. Sonuçta Hindistan’da keyif çatmak yerine Gezi Parkı olayları ve bir temel sistemsel ve zihisel değişim sürecinin en başından beri parçası olmak isterdim, öyle de oldu.
Sonra hikaye İstanbulun dışındaki hayatı keşfetme adına “İstanbul’un dışında bir yere git, gez , n’apıyorsan yap” projesine döndü. Bunu da yapmakta kendimce geciktim ama İstanbul’da tüm bu süreçte bitirmem gereken bir EFT Eğitim DVDsi vardı. Aylar boyunca parça parça bunun için uğraştım. Kendi tanıdığım insanlarla yaptım. Arkadaş işi. Kendim yaptım bazı işleri. Bazen moralim baya bozuldu. Bazen kendime güvenim geldi. Bazen zaman girdi. O oldu, bu oldu derken Eylül ayına girmeden bu eğitim paketini yayınladım. Çıkmadan tüm bağlarımı kopardım. Geri dönmek zorunda olmamak için. Hiç bir şeye sahip olmamam gerekiyordu ve bunu sağlamak beş senemi aldı.
Ama şimdi kafam çok daha rahat Kabak Koyundayım. Plajda elimde laptop. Yanımda arkadaşlar, deniz Tayland’da olur diyeceğiniz renk, açık beyaza yakın bir mavi, koyu mavi ve yeşil mavi. Hala buralarda yaz. Plan burdan daha Güney’e inmek havalar soğudukça. Osman’laydım ve başka arkadaşlar. Dün herkes gitti yalnızım. Yine insanlar var ama hepsi yeni tanıdık. Ormanda yaşıyorum kendi yemegimi pisiriyorum, tam bağımsızım.
Burada da bir sürü şey oluyor. İnsanlar, ilişkileri, hikayeleri, falan devam. Bir bölümde bunlardan da bahsederim. Genel intibalarımı genel olan ile ilgili olarak paylaşıyorum, paylaşıcam. Kişisel hikayelerden sakınıyorum. Kimse bunu sevmiyor çünkü. Ay bir korkak herkes sormayın J

Çanakkale’de 3 kapı yaptım. 3’er günden. Şu an İstanbul’da olan direnişi uzaktan takip ediyorum. Yapılması gereken bir şey olursa önceliğim bununla ilgilenmektir.
Ve bazı fotolar...
Yapılması gereken bir kez belli olduysa bunu ertelemek sadece zaman kaybıdır. Doğru şeyi doğru zamanda yapmak da önemlidir. Belirmek zamanı gelmiş demek olabilir.
Sevgiler

Fotolar