30 Aralık 2012 Pazar
27 Aralık 2012 Perşembe
10 Aralık 2012 Pazartesi
Sahip Olduklarım
Son sahip olduğum şey (büyük parça) olan odamı da
bırakıyorum. İç güdüsel olarak son dört senedir sahip olduğum her şeyden teker
teker kurtuldum.
Önce gemi mühendisi etiketini attım. Bir gün aklıma geldi.
Kendime sordum “yapıyor muyum bu işi?”. “Evet” dedim. Bir anda aklıma gelen bu
soruyu bir an tereddüt etmeden cevapladım. Cevaplarımı severim ben. Onların
arkasında dururum. Pes etmez değilim. Ama peşini bırakmam. Diyeceksiniz “peki o
etiketi bıraktın bunu aldın” diye. Ne almışım? Oytun bir nedir? Çok değişik
cevaplar duyabilirsiniz. Tam da yeni bir etiket almış sayılmam. Bunu nasıl
becerdiğim ayrı konu. Unutmadan o “evet” hayatımda hissettiğim en büyük omuzdan
yük kalkma idi. Duygusunu her an hatırlayabilirim.
Sonra tam bir kız arkadaşa sahip olmamaya başladım. Bu
yüzden suçlandım. Ama her halükarda vakit geçirmek için iyi birisiyim.
Cumhuriyetçi, yine bir nevi tek yolcu etiketimi de terk ettim
Anca anti Tayyipçi denebilirim. O da iddiasında olmadığım bir şeydir. Ben kendi
işime bakarım.
Dine dair bir etiketim yoktu hala yok. Dini mi
söyleyebilecek olan var mı?
Herkes bir anneye sahiptir. Ama bu sahiplik durumu kişiden
kişiye farklılık gösterir. Aslında ne kadar senin hayatında belirleyici
olduğundan bahsediyorum. Bundan da kurtuldum. Sadece kendi kararlarımı kendim
veririm gibi bir şey. Sevgi bundan bağımsızdır ki bana sorarsanız hatta ters
orantılı çalışır. Yani karşımdakini ne kadar sevdiğim ona tanıdığın özgürlükle
ölçülebilirdi. Bunun maksimumunu bize verdiği herşey ile tanrıyı olduğu gibi
kabul etmek ile yapmayı hedefliyoruz. Bir de bu gözle bakın sahip
olduklarınıza, ilişkilerinize. Mutlu eden yalanlar ve korkunç gerçekler. Bu
arada annemle çok sık görüşmesek de birbirimizi severiz. O zor bir kadın. E ben
de zorum. Ama benim kimseye kısıtlama getirdiğim olmaz. Kendimi korumak amacım.
Gemi mühendisliğinden sonra birikmiş param hiç olmadı. Tam
bir akış oldu, gelir ve aynen gider. Hiç bir şeyden de geri kaldım diyemem.
2006'da Fransa’dan döndüğümden beri yurt dışına gidemedim ama olsun. Paraya da sahip
olmamışım.
Akrabalar deseniz, elime bakanım yok, eline baktığım yok.
Babamın ölümünden sonra baba tarafıyla koptuk. Koptuk dediğim ben ve annem.
Anne tarafı deseniz daha çok Uşaktalar ve ben şu son sıralar oralara gidip
geldim ve kesinlikle onlarla kendim olarak tanışmış oldum ve kendimi tanıtmış
oldum. Önerdiğim bir kitaptan rahatsız olan bir ikisini hissettim. Hepsi o
yoksa harika geçti. Uygulamalarım sebebiyle hangi yoğunlukta insan tanıdığımı
ve hikaye dinlediğimi size anlatamam. Bu akraba grubu olmaktan bir hayli Uşak grubuna dönüştü.
Çocuk yapmadım. Bazı arkadaşlarım yaptı. Etkilendiğim bir
astroloji seansım da bana “ Sen olgunluğa geçen bir ruh olarak isteseydin
babalık işini harika bir şekilde yapabilirdin. Bunu geçmiş yaşamlarında deneyimlemişsin.
Ve artık bu yaşamda bu sana o kadar da ilginç gelmiyor” demişti.
Kredi almıştım. Avukata düştü. Kara listeye girdim. Artık
kredi vermezlermiş. Ben çok istiyordum zaten. Bitti temizim. Kredi kartlarımı
da iptallediler. Müthiş işime geldi. Sadece cebimdekini harcıyorum. Sadece bir
banka hesabım var. Aklımda binde bir yer kaplamaz. Bu da son dört senede
oldu. Kredi kartına sahip değilim.
Taksit yaptırmıyorum. Fransa’da taksit diye bir şey yoktur mesela, hatta kredi
kartı da bir çeşit debit karttır. Hafif esnektir. "Harcayamazsın" derler yani
adama olmayan paranı. Neden? Halkı için bir yaşam tasarladığını unutmamış,
iletişim ortamına sahip, korku üzerine kurulmamış, batıllarla dolmamış, seri
katilimiz yok diye övünen ama nedense kalın duvarlar perdeler, dip kuytulara
girmeye çalışan bir aileler sistemi olmayan bir yerdir Fransa da ondan. Tüm
yaşamımızın bir Fransızın gözünden inanılması güç olduğunu ben biliyorum,
birçok insan bilmez.
Bağımlımmış gibi beni görme ihtiyacında olan hiçbir
arkadaşım yok. Ben de vazgeçilmez olmadığımı bilirim, onlar da. Bir iki bana
zarar verdiğini farkettiğim arkadaşıma bu yazı tadında iki mektup yazdım. Ve
hala birbirimizi severiz aynı ortama gireriz, çok da eğleniriz. Ama görüşmeyiz.
Diğer arkadaşlarımı sorarsanız, çok memnun olduğumu söyleyebilirim. Sanırım en “birinci”
gördüğüm değer arkadaşlık zaten. Dün akşam elimize geçen kitaptan öylesine
açtığımız sayfada, sayfayı bulamam ama aynen şu yazıyordu : “Batı kültürü
ilişki kavramını aynen karşı cinse yönelme, onu arama, onu bulma, onunla zaman
geçirme, hatuna yumulma yada erkeğe sığınma gibi algılarken, doğu kültürü
ilişkiye arkadaş edinme olarak bakar.” Bu güven gerektirir. Sevgi gerektirir.
Kendini tam ifade gerektirir. O kadar çok arkadaşıma duymakta zorlanacakları o kadar çok şey söyledim ki. Geriye kalanlar gerçek arkadaş oldular. Bana
da istediklerini söylerler.
Araba falan yoktu zaten. En son babamın arabasına sahip
gibiydim yıl 2003. Bir çevirmede bağladılar. 2005’te bir kaç kez “araba alsam
mı?” diye içimden geçirdim.
Uslu çocuk etiketim de yok. Sigara, alkol içiyorum.
Dolayısıyla her tür ortamda eğlenebilirim. Neden sigara içiyorsun diyenlere "ben size sigara içmeyin mi dedim?" diyorum.
Kendimi ifade etmeyi nispeten başardığım için nispeten
mecbur kaldığım ortamlarda insanlarla konuşurum. Aklıma geleni onun duymak
istediği oranda birazcık sınırları genişleterek söylerim. Onu merak ederim, ondan çaktırmadan kelimeler alırım. Eğlenirim. Beni bazen
dışlarlar ama, başından beri de bir kastım olmadığını bilirler. Çelişkiye
düşerler. Seviyor muyuz, sevmiyor muyuz? Bu arada beni tanırlar.
Yemediğim bir sakatat var .
Verilmiş sözlerim yok. Ne devlete, ne insana. Vergi borcum
var. O Allah’ın emri. Alacak bir şey bulamazlar.
Kendimi kimseye borçlu hissetmiyorum. Düşük miktarlarda
arkadaşlarımdan alıp geri ödemediğim zor zaman unutulmuş borçları dışında.
Her şeyin başı zordur. Sonra alışırsın.
Bir vatandaş olarak borç hissetmiyorum. Kendimi yeterince
ifade ediyorum. Düşünüp de Facebook’ta “paylaşmayayım” dediğim neredeyse
yoktur. İnsanlık borcu olarak insanlığa kendimi adamış hissediyorum zaten.
Evlat borcu derseniz. Bunu açıkladım.
Bilgisayar, çorap, t-shirt dışında pek bir şeyim yok.
Bilgisayar da netbook ha.
Yakında süresiz ve kuralsız bir yolculuğa çıkıyorum. Ne
olacağını bilmiyorum. Fakat bu bir begesel dizi gibi, çekip, montajlayıp,
internette yayınlayacağım. İki arkadaşla beraberim. Birini kameraman yapacağım da
ısındırmaya çalışıyorum. Bu günlerde söylemlerimle bu durumu normalleştiriyorum.
Amacım ilginç olmak ve kaybedecek bir şeyim olmadığı için
maymunluk yapabilirim. Veya fazlaca cesur olabilirim. Ben aykırıyım,
arkadaşlarım da öyle. Kendi gördüklerimi size de göstereceğim. Ve düşündüklerim.
28 Ağustos 2012 Salı
Kabak Koyu
Kabak Koyu’ndan döneli birkaç gün oluyor. Orada 21 gün
gönüllülük yaptım, yani 7 saat çalışır, kamp işleri yapar, tuvalet temizler,
ortamları toplar, akşam olmaya başlayınca mumları yakar, bulaşık yıkar, bira
kasaları taşır, bahçe sular, işini kötü yaparsa azarlanır demek. Her normal
yerdeki gibi. Yeme ve yatmaya para vermez. Ne kadar uzun süre kalırsa o kadar
iyidir, çünkü adapte olmuş ve işini daha iyi yapar demek. İşini iyi yapmak tek
başına yetmez diğer insanlarla uyum içinde olmak da çok önemlidir. Ve aynı
sürede eğlenmeyi ve öğrenmeyi bilmek.
Kabak kamplardan oluşuyor ve kamp sahipleri dışında hemen
kimse insan arası hiyerarşiyi ön görmüyor. Abla, teyzeler, amca, bey, hanım,
müdür, şef, hoca yok. Aslında etiketler de yok. Öğretmen, mühendis, zengin,
fakir, eğitimli eğitimsiz hatta yaşlı genç ayrımları yok.
Ev arkadaşım Leyla oradaydı, gönüllüydü, ben de Ramazan Ayı’nın en büyük terapi ayı olmadığını bilerek İstanbul’daydım. Ayarladık ben de gittim. 3-10 arası çalışdım. Yukarıda yazan işlerin bir kısmını yaptım ve onun dışında yapılacak ne varsa onu yaptım.
Orada birçok harika insanla tanıştım. Herbiri hayatın bir
yerindeydi ve bir takım sorunlar çözmeye çalışıyordu. Her tip insan, karışık.
Elbette yine benzer açıklık, en azından belli bir seviye konuşmayı sürdürebilir
olanlar.
Kamp çöplerini ayırıyor (cam, metal, kağıt), organik çöplerini
doğaya karıştırıyor, çok az damla damla su kullanıyor, akşamları sadece
mutfakta elektrik var. Bu bilinçhali bu
sefer gerçekten aklıma yattı. Beton kullanmamışlar,
çimentosunu çam iğnesi karıştırarak yapmışlar. Bu kampın adı Reflections. Her
yer yeşillik, muz ağaçları. Denize iniş 15dk. En yukarıdaki kamp. Barından
uzaktan harika bir deniz manzarası var. O kadar harika bir tuvaleti var ki bir
yarışmada Avrupa’nın en harika 10 tuvaletinden biri olmuş. Dağ manzaralı ve
içinde sazlar, bitkiler var, geniş. Gece 12’den sonra barın sesi çok açılmıyor
çünkü hemen altı bungalovlar, millet rahatsız olmasın diye.
Patron soğuk, saygılı, iyi niyetli ama duygusal olarak
sertleşmiş biri. Detaycı ama baskıcı değil.
İlk günümün sonunda dönmeye neredeyse karar vermiştim.
Fiziksel olarak fazla yorucuydu, hava ölümüne sıcaktı ve oranın sakinlerini
belkide çok samimi bulamadım. Ama “alışırsın” da diyorlardı. Aynen öyle oldu,
her geçen gün daha iyiydi. Sonra zaten bahçe işlerini iyi yapamadığımı düşünen
patron saatlerimi değiştirdi. Sabah 6.30-11.30, akşam 8.00-10.00 (akşam bulaşığı)
şeklini aldı. Böylelikle insanlar daha günlerine başlamadan ben işlerimi
hallediyordum, ve tüm öğleden sonra benimdi. Sıcak saatte çalışmıyordum ve
yemek yeme zamanları yani kayıp zamanlar benim mesaimdi.
Kabak Koyu şehir özelliklerinden gerçekten uzak. Elektrikler
saatte bir gidebilir, su basınçsızdır, insanlar birbirine baskısızdır. Çok
yaralanma olur, doğa malum. Herkes her şeyi duyar, herkes (nispeten kalıcılar)
birbirini tanır. Dedikodu tabi ki sevilir. Orayı gerçekten sevdim. Hep orada
yaşar mıydım diye düşündüm. Oradayken fiziksel aktivite, besleyici güneş, temiz
hava, etsiz yemekler beni gerçekten besledi. Gelmeden yani son durumda,
işlerimi zevkle ve kolayca hallediyordum, insanlara fiziksel hizmet etmenin
tadını çıkarıyordum, herkesle aram iyiydi. Kampta ilişkiler açısından çok sorun
yaşamadım, benim için iyi bir testti. Tek sorun yaşamaya yaklaştığım anlar,
akşam sohbet ortamlarında benim yaptığım sohbetin fazla derin olması ile ilgili
sorunlardı. Ben aslında sadece karşımdakini tanımaya çalışan birisi oldum,
sınırlarını anlamak içindi herşey, şeklini görebilmek. İnsanlar bıraksanız
aylarca goy goy muhabbet yapar, hiç gocunmazlar. Şunu içtik, bunu yedik, öylemi
yapsak böyle mi? Boş muhabbet. Kendinden bahsetmemek kaydıyla ne anlatırsan
anlat. Genelde bir bilinmek de istememe, bilmek de istememe gibi, sanki sevmek
de istememe, sevilmek de istememe hali gibi bir şey.
Şelaleye tırmandım, tehlikeleri vardı, ben bir de terlikle
gidilmemesi gerektiğine dikkat etmemişim, yolda farkettim, bir ben. Harikaydı. Cennet Koyuna gittim, 6 kişi 4
saatliğine tekne kiralayarak. Bizim iki kişi gelmeyince arkadaşla sahildekilere
sorduk 2 kişi var mı diye. Bulduk ta. Koy harikaydı gerçekten, medeniyet yok,
sırf doğa. Kabak da çok güzel gerçi. Suyun rengi harika ve sıcaklığı küvet suyu
gibi, serinletmiyor fazla ama uzun süre içinde kalmak için harika.
Oradan öğrendiğim şeylerden biri de; herkesin bir noktada
egolarının olması, bunun konu ile ilgili ortamlarda ortaya çıkması vebu sebeple
gerginliklerin olması. Bir çok insan diyaloğu ikna savaşı sanmakta. Bu halbuki
karşımdakini tanıyabilmek için onun özgürce kendini ifade etmesine izin
verdiğim bir tanışma, bilgi alışverişidir. Taraflar kimsenin kimseyi
değiştirmediğini bilmeliler. Yeni bilgi girdisi yaşamış kişi her zaman yaptığı
gibi şimdiye kadar öğrendikleri ve bugün öğrendiklerini kafasında işler ve bu
durum onun daha farklı düşünmesini, kendi kendini sonradan evde değiştirmesini
getirir. Yoksa gelişemezdik, evren ve herşey her an ve genişliyor ve
gelişiyorken benim bilincim de genişlemelidir, bu beni insan yapan şeydir.
Kabak bana doğa içinde bir hayat nasıl olurdu bunu öğretti.
insanlarla ilişkimi test etmiş oldum. Bir çok harika insanla tanıştım, bir
kısmı ile EFT seansı yaptık, harika paylaşımlardı. Yakında yine gitmeyi
planlaıyorum Eylul’de falan olabilir çok tavsiye ederim. Orada herkes sizin
aynanıza dönüşecek ve kendinizi tanıyacaksınız...
30 Mayıs 2012 Çarşamba
Duygusal Farkındalık
Duyguların ve duygusunun hem kendi için hem karşısındaki
için fakında olmaktır. Duygusal zeka EQ ile ilintilidir. “Ne için ne yapıyorum?”
sorusunun cevabıdır.
Karşınızdaki size bir şey anlatırken gösterdiği duygu bazen aslında
gerçek hissettiği şey değildir. Bu duygusal yalancılıktır. Bunu herkes yapar.
Gerçekten ne hissettiğini bilmek istersiniz. Gerçekten mutlu mu? Şu andan
memnun mu? Benden memnun mu? Sözünde duracak
mı? Beni sevdi mi? Bana güvendi mi? Ona yalan söylediğimi anladı mı? Gerçekten
üzgün mü? Gerçekten üzgün değilse neden öyle gösteriyor? Duygular ve düşünceler
üst üste binmiş durumdadır.
Her zaman karşımızdakinin ne hissettiğini tahmin ederiz. Ve
bunu mimiklerinden, tepkilerinden, davranışlarından anlamaya çalışırız. O da
gizler. Ama eğer artık onu tanıyorsanız bilirsiniz nelere önem verdiğini, ne
kadar kuralcı olduğunu, ne kadar açık olduğunu, yalana ne kadar eğilimi
olduğunu, ne kadar düşündüğünü söyleyebildiğini, hayır diyip diyemediğini,
hangi dilden anladığını, nelere dikkat etmek gerektiğini, nasıl hoşuna gideceğinizi.
Bir kere birisini tam olarak anladığımızda o kişi ile sorun yaşamaz oluruz.
İlişkimiz yolunda yürür, iş yaparız, gereksiz durumlara öfke yüzünden
enerjimizi ve zamanımızı ona vermeyiz de gider arkadaşlarla eğleniriz, hoş bir
film seyrederiz, olumsuz his azaldıkça sağlık ve mutluluk geleceğinden sağlıklı
oluruz.
Her an gelecek için tahminlerimiz var, en doğru tahmini
yapan, en az hata yapan, en konforlu hayat yaşayan oluyor. Konfor koltuktan
gelmez bundan gelir. İnsanlarla ilgili gelecek tahminlerimiz de var, kezadır.
Ortaokuldaki sınıfın garip çocuğunu hatırlayın. Tepkileri
bir garip olduğu için tüm sınıf ondan uzaklaşmıştı ya da onunla dalga
geçiyorlardı. Farketmedikleri şey o çocuk sadece duyguları anlayamıyordu, lafı
uzattığı zaman karşısındakinin sıkıldığını, ani tepkilerden herkesin
korktuğunu, insanlar arası arkadaş olma yazılı olmayan duygusal sözleşmesine
göre öyle lap diye birisiyle arkadaş olunamayacağını, güven kazanma
süreçlerini, içini açma içini görme süreçlerini bilmiyordu, anlamıyordu. Belki
tüm merhabalar onun için aynıydı, konuşmak istemeyen insanı ve ya ondan
hoşlanmayan insanı anlayamıyordu. Ve hep kendine kızıyor, bu durumlardan
kaçayım derken daha çok içine düşüyordu.
Bu insan sadece ortaokulda yoktu, orta yaşta da var, orta
direkte de... İlişkileri bozuk insanları ne sanıyorsunuz? Erkeklerin kadınları
ve kadınların erkekleri anlamamasını.
Duygusal farkındalık dış tahminlerde olduğu gibi iç tahminlerde de asıl etkendir. İnanır mısınız bilmem ama toplumun büyük kısmı ne hissettiğini bilmez. O an endişeli olduğunu farketmez. Korktuğu için bu işi yaptığını, bunun normal olmadığını, herkesin bunu yaşamadığını, bu duygu ortadan kalksaydı nasıl hissedebileceğini tahmin edemez, daha duygunun farkında değildir.
Sorun çözmek için önce sorunu tanımlamak gerekir.
İçsel duygusal farkındalık beraberinde niye böyle hissettiği
sorusunu getirir. Önce varlığını kabul edelim, sonra nedenine bakalım, sonra ne
yapabileceğimize.
Ben kişisel olarak kişinin ne dediğini dinlemem, anlatırken
ne hissettiğini takip ederim ve aynı anda kendi hissettiğimi de bilirim. Eğer
buna dikkat ederseniz hikayenin çoğu zaman anlatıldığı gibi olmadığını
görürsünüz.
Birisine “seni seviyorum” dediğim zaman bu onu gerçekten sevdiğimi göstermez, çoğu zaman tam tersi de hissediliyor olabilirim zaten sevgi gösterilen bir şeydir onu kelimeye dökmek ne saçmadır, hatta gösteremediğim için ve artık sevmez olduğum için söylüyor bile olabilirim. Duygusal yalancılık. Aslına bakarsanız abartı sevgi gösterileri de budur.
Karşımızdakini onaylama da budur. “Onaylıyorum” demesek de o
anki mimik ve kafa hareketi veya bir küçük gülüş ile yalan söyleriz. Sonra
başımıza büyük işler açılır. Bu sürecin fakında olmak duygusal farkındalıktır .
Duygusal farkındalık cuma namazından çıkan herkesin aynı
oranda ruhani beslenmeyi sağlayamamış olması, içselleştirmediğinin farkında
olmaması, tabi ki aynı oranda sevap kazanamadığıdır.
Bir hikaye; Hz. Ali bir cihatı kazanır ve düşman liderin boynuna
kılıcı dayar, lider de ona tükürür ve Hz. Ali kılıcını kınına sokar ve gider.
Adam arkasından bağırır ”beni neden öldürmedin?”. O da der ki “seni eğer şimdi
öldürürsem bu sana olan öfkem yüzünden olur, ama ben seni Allah adına
öldüreceğim”. Bu hikaye bir şey yaparken bunun duygusunun farkında olmayı en
iyi özetleyen hikaye bence.
Erkeklerin duygusal farkındalığı genelde daha düşük olur.
Kadın kötü hissederse adam bunu anlamaz, adam kötü hissederse kadın bunu hemen
anlar. Kadın çok kötü hissetmeye başladığında adam ancak o zaman anlar.
Kızlar babalarına daha kolay yalan söylerler ama anneler
anlar, çocuklar annelerine daha kolay açılırlar, onlara yalan söylemek daha zordur
ve onlar anlatılırsa anlar, yargılamayı kesebilir ve yapıcı olabilir. Empati.
Dünya üzerindeki doğa ölümü, insan ölümü, savaşlar devletin tepesindeki adamların çatışması ve bencillikleri yüzünden kaynakları ortaklaşamamaları ile ilgilidir. Kendi kendini yok eden bir sisteme dönmüş olmak. Bu sert babanın çocuğunu bir hiç uğruna nasıl kırabildiğini de açıklar, maçlardan sonra sporla alakası olamayacak çatışmaları da, savaş denen şeyin varlığını, ne uğruna ne yaptığımızın farkında olmamaktır.
Dünyayı bu hale
getirenler kadınlar değil, erkekler. Bu insanların nasıl da olmadık şeylerin askeri
olduğunu da açıklar. Empatisizlik. Fanatiklik. Gözü görmeyecek olma, hissettiği
nefreti farketmeme, daha tanışmadan kararını vermiş olma, ön yargılı olma,
tanrıdan uzağa çekilme, hasta olma, hasta etme.
Photoshop, makyaj, pahalı kıyafet, sahte kahkaha gerçek
olanı saklamak içindir. Ve kişiler bize “iyiyim” dediği zaman bunu gerçek
sanırız, bize gülüyorlar diye bizi seviyor sanırız, ok dedi diye ok sanırız,
benim iyiliğim için söylüyor sanırız halbuki kendi çıkarı için öyle yapıyordur.
Anlayamayız içini çünkü bakmamışızdır. Aynı kendi içimize bakmamamız gibi.
Kendileri bu zekaya sahip değil diye asıl olanları anlayamıyor diye
başkalarının da onu anlamayacağını sanır ve bir görünüme bürünür.
Halbuki bazı insanlar bunu yemez, kelimelere takılmaz,
kıyafete, paraya, dışsal herhangi bir şeye, söze bakmaz. Aslında ne olduğunu
anlamaya çalışır, o sıra susar, dinler, konsantre olur, gözlerine bakar, sakin
kalır, sadece anlamaya ve öğrenmeye çalışır, o anın anlamı sadece yeni birini
tanımaktır. O an söylenen hiçbir şey inanmak veya inandırmak adına değildir,
ikna süreci yoktur, tam olarak karşımdakini anlamak ve kendimi tam olarak
anlatma durumudur.
Duygusal farkındalık kimseye zarar veremeyecek olmaktır.
Şekilci olmamaktır, salak bir kural yüzünden tüm hayatını mahvettiğini
bilmektir, uyum sağlamaktır, dişil enerjidir, şanslı olmaktır evren böyle
tipleri sever. Öz ile bağlantılı yaşamaktır. Olduğu durumda olmaya hakkı
olduğunu bilmektir, bunu ifade edebilecek olmaktır. Karşısındakinin bir düşman
olmadığını sadece kendisi gibi hayatı kotarmaya çalışan bir insan olduğunu
bilmektir. Yargılayamaz olmaktır. Gün batımından zevk alabilecek olmaktır, her
defasında farklı olduğunu bilmektir. Yemeğe bakıp kafasında kalori hesabı
yapmak yerine tadına odaklanabilmektir. Hayattan zevk alabilmektir. Evrene izin
verebilmektir, başta zorla bir şeyin parçası yapılmış olduğunu, artık hayatı
yeterince algılayamaz olduğunu bilmektir. Hayattan zevk alamama neden olur
sanıyorsunuz? Büyük olmaya çalışma çabasının altında aslında kendini küçümseme,
değersizliğini öğrenmiş olma olduğunun farkında olmaktır. Kasıtlı eksik hissettirildiğinin
farkında olmaktır, eminliktir, korkusuzluktur, öğrenme sürecidir, yargıçlık
taslama değil.
11 Mayıs 2012 Cuma
İKİ TİP ZİHİN
Üst veya alt hissetmiyorum,
kötü hissetmiyorum veya hissettirmiyorum. Amca, yenge, anne, baba, komutan,
sef, patron, bey, hanım, hocam, kocam, bacım, CEO, abi benden üst veya alt
değildir.
Kimseyi inandırmaya
çalışmıyorum veya kimseyi kontrol etmek istemiyorum. Ne üstünden geçinmek, ne
kayrılmak, ne inandırmak ne inandırılmak. Fikir alışverişi inandırma savaşı
değildir, karşımızdakinin dünya görüşünden bir kesit duymak içindir, alırım,
bakarım ve kitaplığıma koyarım. İnanmak veya inanmamak değil sadece haberdar
olmak. Orada bir adam var kafasında bunlar var. Bu caziptir, bu asıl
zenginliktir, geniş dünya görüşü. Hiçbir şeyin askeri olmamış. Yok mu
çevrenizde çevresiyle uyumlu, iddiacı olmayan kişiler? O dandik görünüşlerinin
altında birşeyler gizli sanki, bir bilgelik ve gücünü tamamen sessizlikten
alıyor.
Zaten karşımdakinin ne dediğini anlamak için tamamen sakince
dinlemeliyim, ama içimdeki o ses karşı tezler üretirken, savaş çığlıkları
atarken anlamıyorum sadece duyuyorum. Halbuki ben bildiğimi zaten biliyorum ve
bu benim tek sahip olabileceğim şeydir bir anda kaybolmaz. Yeni bilgiye izin
vermeliyim ve eskiler ile kıyaslamalıyım, kime ne getirdiğine veya getirmediğine
bakmalıyım.
Bir konuşma esnasında birbirini anlamama bundan kaynaklanır.
Ve bunu tam yapan kimse yoktur. İletişimsizlik, tüm sorunların temeli.
Elbette bunun diğer adı ön yargılar. Varlığı oranında
beslenemiyoruz.
Bir insan ne kadar ön yargılıysa o kadar değişik kişiler
tanımamış, değişik ortamlarda bulunmamıştır, o doğru seçimi çok az seçenek
arasından yapmıştır. Erken yaşta ondan bir asker yapılmıştır, ne yazık ki...
Onun kütüphanesi 3-4 kitaplıktır belki de sadece. Bu insanın bu durumda olmaya
hakkı vardır, kaçırdıklarını hiçbir zaman öğrenemeyecektir. Gelecek tahminleri
bildikleri değil inandıkları üzerinden sanki biliyormuş gibi yapılmıştır. Bu
onun hayatına hiç durmadan kötü gelmiştir, özellikle sağlık, mutluluk ve
ilişkiler gibi alanlarda. Ve belki hala belli bir takım hiyerarşik anlayış
gereği ya zulm altındadır ya da zulm ediyordur. Başka insanlar adına kararlar
almaya çalışıyor, statü ve tehdit zoruyla çevresine “DOĞRUYU” öğretiyor
olabilir. Halbuki konuşan kişi dinleyemez. O kişi hayatında ne kadar çok
konuştuysa o kadar dinleyemeyecektir. Bilmemekten kötüsü bildiğini sanmaktır.O
kişi doğru karar vermeye çok uzaktır, karşılaştırma yapacağı argümanı yoktur,
fazla bir şey yaşamamıştır bu hayatta, yeterince çeşitli insan tanımamıştır ve
birçok deneyimden rejimsel toplumsal korkutmalar sebebiyle uzak tutulmuştur. Bu
konum o kişiye sıranın olna gelmesi sebebiyle verilmiştir, o herhangi bir
sınavda yeterliliğini kanıtlamış değildir. Sözleri dikkate alınamaz, korkutma
en sevdiği araçtır. Duygusal farkındalığı yoktur. Ne hissettiğini, neden
hissettiğini bilmez ve sizinde ne hissettiğinizi ve neden öyle hissettiğinizi
bilmez. O bir sistem kurbanıdır, IQsu geliştirilmiş bir bireydir. İnşaat
alanında çok başarılı olacak, iletişim alanlarında başarısız olacaktır. İçsel
dünyasından bihaberdir veya baskılıyordur. En temelde korkuyordur. Rol yapar.
Dinlemez. Makamı ile kimliğini örtüştürür. “Bey, Hanım” denmekten kendini üst
görmeye başlamıştır, bu tuzağa düşmüştür. İki tip zihinden hiç durmadan “nasıl
olur, olmamalı” diyenine sahiptir, “bu zaten var ve ben bu durumda ne yapacağım”
diyenine değil. Olana direnç gösterecek
kötü hissedecek, bir mantığa oturtmaya çalıştıkça delirecek, etiketlemekle çok
zaman kaybedecektir.
İşte olanı olduğu gibi kabul ve onunla uyumlu davranışa
girme zekası ise “Duygusal Zeka”dır. Yaşanan olumsuzlara direnç mi
göstereceğimizi yoksa izin mi vereceğimizi belirler. Ve bu da ondan sonra
yaşanacak olayları. Hayat tesadüf değildir. Öğreninceye kadar sınavlar devam
edecek...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)