10 Aralık 2012 Pazartesi

Sahip Olduklarım


Son sahip olduğum şey (büyük parça) olan odamı da bırakıyorum. İç güdüsel olarak son dört senedir sahip olduğum her şeyden teker teker kurtuldum.

Önce gemi mühendisi etiketini attım. Bir gün aklıma geldi. Kendime sordum “yapıyor muyum bu işi?”. “Evet” dedim. Bir anda aklıma gelen bu soruyu bir an tereddüt etmeden cevapladım. Cevaplarımı severim ben. Onların arkasında dururum. Pes etmez değilim. Ama peşini bırakmam. Diyeceksiniz “peki o etiketi bıraktın bunu aldın” diye. Ne almışım? Oytun bir nedir? Çok değişik cevaplar duyabilirsiniz. Tam da yeni bir etiket almış sayılmam. Bunu nasıl becerdiğim ayrı konu. Unutmadan o “evet” hayatımda hissettiğim en büyük omuzdan yük kalkma idi. Duygusunu her an hatırlayabilirim.

Sonra tam bir kız arkadaşa sahip olmamaya başladım. Bu yüzden suçlandım. Ama her halükarda vakit geçirmek için iyi birisiyim.

Cumhuriyetçi, yine bir nevi tek yolcu etiketimi de terk ettim  Anca anti Tayyipçi denebilirim. O da iddiasında olmadığım bir şeydir. Ben kendi işime bakarım.

Dine dair bir etiketim yoktu hala yok. Dini mi söyleyebilecek olan var mı?

Herkes bir anneye sahiptir. Ama bu sahiplik durumu kişiden kişiye farklılık gösterir. Aslında ne kadar senin hayatında belirleyici olduğundan bahsediyorum. Bundan da kurtuldum. Sadece kendi kararlarımı kendim veririm gibi bir şey. Sevgi bundan bağımsızdır ki bana sorarsanız hatta ters orantılı çalışır. Yani karşımdakini ne kadar sevdiğim ona tanıdığın özgürlükle ölçülebilirdi. Bunun maksimumunu bize verdiği herşey ile tanrıyı olduğu gibi kabul etmek ile yapmayı hedefliyoruz. Bir de bu gözle bakın sahip olduklarınıza, ilişkilerinize. Mutlu eden yalanlar ve korkunç gerçekler. Bu arada annemle çok sık görüşmesek de birbirimizi severiz. O zor bir kadın. E ben de zorum. Ama benim kimseye kısıtlama getirdiğim olmaz. Kendimi korumak amacım.

Gemi mühendisliğinden sonra birikmiş param hiç olmadı. Tam bir akış oldu, gelir ve aynen gider. Hiç bir şeyden de geri kaldım diyemem. 2006'da Fransa’dan döndüğümden beri yurt dışına gidemedim ama olsun. Paraya da sahip olmamışım.

Akrabalar deseniz, elime bakanım yok, eline baktığım yok. Babamın ölümünden sonra baba tarafıyla koptuk. Koptuk dediğim ben ve annem. Anne tarafı deseniz daha çok Uşaktalar ve ben şu son sıralar oralara gidip geldim ve kesinlikle onlarla kendim olarak tanışmış oldum ve kendimi tanıtmış oldum. Önerdiğim bir kitaptan rahatsız olan bir ikisini hissettim. Hepsi o yoksa harika geçti. Uygulamalarım sebebiyle hangi yoğunlukta insan tanıdığımı ve hikaye dinlediğimi size anlatamam. Bu akraba grubu olmaktan bir hayli Uşak grubuna dönüştü.

Çocuk yapmadım. Bazı arkadaşlarım yaptı. Etkilendiğim bir astroloji seansım da bana “ Sen olgunluğa geçen bir ruh olarak isteseydin babalık işini harika bir şekilde yapabilirdin. Bunu geçmiş yaşamlarında deneyimlemişsin. Ve artık bu yaşamda bu sana o kadar da ilginç gelmiyor”  demişti.

Kredi almıştım. Avukata düştü. Kara listeye girdim. Artık kredi vermezlermiş. Ben çok istiyordum zaten. Bitti temizim. Kredi kartlarımı da iptallediler. Müthiş işime geldi. Sadece cebimdekini harcıyorum. Sadece bir banka hesabım var. Aklımda binde bir yer kaplamaz. Bu da son dört senede oldu.  Kredi kartına sahip değilim. Taksit yaptırmıyorum. Fransa’da taksit diye bir şey yoktur mesela, hatta kredi kartı da bir çeşit debit karttır. Hafif esnektir. "Harcayamazsın" derler yani adama olmayan paranı. Neden? Halkı için bir yaşam tasarladığını unutmamış, iletişim ortamına sahip, korku üzerine kurulmamış, batıllarla dolmamış, seri katilimiz yok diye övünen ama nedense kalın duvarlar perdeler, dip kuytulara girmeye çalışan bir aileler sistemi olmayan bir yerdir Fransa da ondan. Tüm yaşamımızın bir Fransızın gözünden inanılması güç olduğunu ben biliyorum, birçok insan bilmez.

Bağımlımmış gibi beni görme ihtiyacında olan hiçbir arkadaşım yok. Ben de vazgeçilmez olmadığımı bilirim, onlar da. Bir iki bana zarar verdiğini farkettiğim arkadaşıma bu yazı tadında iki mektup yazdım. Ve hala birbirimizi severiz aynı ortama gireriz, çok da eğleniriz. Ama görüşmeyiz. Diğer arkadaşlarımı sorarsanız, çok memnun olduğumu söyleyebilirim. Sanırım en “birinci” gördüğüm değer arkadaşlık zaten. Dün akşam elimize geçen kitaptan öylesine açtığımız sayfada, sayfayı bulamam ama aynen şu yazıyordu : “Batı kültürü ilişki kavramını aynen karşı cinse yönelme, onu arama, onu bulma, onunla zaman geçirme, hatuna yumulma yada erkeğe sığınma gibi algılarken, doğu kültürü ilişkiye arkadaş edinme olarak bakar.” Bu güven gerektirir. Sevgi gerektirir. Kendini tam ifade gerektirir. O kadar çok arkadaşıma duymakta zorlanacakları o kadar çok  şey söyledim ki. Geriye kalanlar gerçek arkadaş oldular. Bana da istediklerini söylerler.

Araba falan yoktu zaten. En son babamın arabasına sahip gibiydim yıl 2003. Bir çevirmede bağladılar. 2005’te bir kaç kez “araba alsam mı?” diye içimden geçirdim.

Uslu çocuk etiketim de yok. Sigara, alkol içiyorum. Dolayısıyla her tür ortamda eğlenebilirim. Neden sigara içiyorsun diyenlere "ben size sigara içmeyin mi dedim?" diyorum.

Kendimi ifade etmeyi nispeten başardığım için nispeten mecbur kaldığım ortamlarda insanlarla konuşurum. Aklıma geleni onun duymak istediği oranda birazcık sınırları genişleterek söylerim. Onu merak ederim, ondan çaktırmadan kelimeler alırım. Eğlenirim. Beni bazen dışlarlar ama, başından beri de bir kastım olmadığını bilirler. Çelişkiye düşerler. Seviyor muyuz, sevmiyor muyuz? Bu arada beni tanırlar.

Yemediğim bir sakatat var .

Verilmiş sözlerim yok. Ne devlete, ne insana. Vergi borcum var. O Allah’ın emri. Alacak bir şey bulamazlar.

Kendimi kimseye borçlu hissetmiyorum. Düşük miktarlarda arkadaşlarımdan alıp geri ödemediğim zor zaman unutulmuş borçları dışında. Her şeyin başı zordur. Sonra alışırsın.

Bir vatandaş olarak borç hissetmiyorum. Kendimi yeterince ifade ediyorum. Düşünüp de Facebook’ta “paylaşmayayım” dediğim neredeyse yoktur. İnsanlık borcu olarak insanlığa kendimi adamış hissediyorum zaten. Evlat borcu derseniz. Bunu açıkladım.

Bilgisayar, çorap, t-shirt dışında pek bir şeyim yok. Bilgisayar da netbook ha.

Yakında süresiz ve kuralsız bir yolculuğa çıkıyorum. Ne olacağını bilmiyorum. Fakat bu bir begesel dizi gibi, çekip, montajlayıp, internette yayınlayacağım. İki arkadaşla beraberim. Birini kameraman yapacağım da ısındırmaya çalışıyorum. Bu günlerde söylemlerimle bu durumu normalleştiriyorum.

Amacım ilginç olmak ve kaybedecek bir şeyim olmadığı için maymunluk yapabilirim. Veya fazlaca cesur olabilirim. Ben aykırıyım, arkadaşlarım da öyle. Kendi gördüklerimi size de göstereceğim. Ve düşündüklerim.



28 Ağustos 2012 Salı

Kabak Koyu



Kabak Koyu’ndan döneli birkaç gün oluyor. Orada 21 gün gönüllülük yaptım, yani 7 saat çalışır, kamp işleri yapar, tuvalet temizler, ortamları toplar, akşam olmaya başlayınca mumları yakar, bulaşık yıkar, bira kasaları taşır, bahçe sular, işini kötü yaparsa azarlanır demek. Her normal yerdeki gibi. Yeme ve yatmaya para vermez. Ne kadar uzun süre kalırsa o kadar iyidir, çünkü adapte olmuş ve işini daha iyi yapar demek. İşini iyi yapmak tek başına yetmez diğer insanlarla uyum içinde olmak da çok önemlidir. Ve aynı sürede eğlenmeyi ve öğrenmeyi bilmek.

Kabak kamplardan oluşuyor ve kamp sahipleri dışında hemen kimse insan arası hiyerarşiyi ön görmüyor. Abla, teyzeler, amca, bey, hanım, müdür, şef, hoca yok. Aslında etiketler de yok. Öğretmen, mühendis, zengin, fakir, eğitimli eğitimsiz hatta yaşlı genç ayrımları yok.

Ev arkadaşım Leyla oradaydı, gönüllüydü, ben de Ramazan Ayı’nın en büyük terapi ayı olmadığını bilerek İstanbul’daydım. Ayarladık ben de gittim. 3-10 arası çalışdım. Yukarıda yazan işlerin bir kısmını yaptım ve onun dışında yapılacak ne varsa onu yaptım.

Orada birçok harika insanla tanıştım. Herbiri hayatın bir yerindeydi ve bir takım sorunlar çözmeye çalışıyordu. Her tip insan, karışık. Elbette yine benzer açıklık, en azından belli bir seviye konuşmayı sürdürebilir olanlar.

Kamp çöplerini ayırıyor (cam, metal, kağıt), organik çöplerini doğaya karıştırıyor, çok az damla damla su kullanıyor, akşamları sadece mutfakta elektrik var.  Bu bilinçhali bu sefer gerçekten aklıma yattı.  Beton kullanmamışlar, çimentosunu çam iğnesi karıştırarak yapmışlar. Bu kampın adı Reflections. Her yer yeşillik, muz ağaçları. Denize iniş 15dk. En yukarıdaki kamp. Barından uzaktan harika bir deniz manzarası var. O kadar harika bir tuvaleti var ki bir yarışmada Avrupa’nın en harika 10 tuvaletinden biri olmuş. Dağ manzaralı ve içinde sazlar, bitkiler var, geniş. Gece 12’den sonra barın sesi çok açılmıyor çünkü hemen altı bungalovlar, millet rahatsız olmasın diye.

Patron soğuk, saygılı, iyi niyetli ama duygusal olarak sertleşmiş biri. Detaycı ama baskıcı değil.
İlk günümün sonunda dönmeye neredeyse karar vermiştim. Fiziksel olarak fazla yorucuydu, hava ölümüne sıcaktı ve oranın sakinlerini belkide çok samimi bulamadım. Ama “alışırsın” da diyorlardı. Aynen öyle oldu, her geçen gün daha iyiydi. Sonra zaten bahçe işlerini iyi yapamadığımı düşünen patron saatlerimi değiştirdi. Sabah 6.30-11.30, akşam 8.00-10.00 (akşam bulaşığı) şeklini aldı. Böylelikle insanlar daha günlerine başlamadan ben işlerimi hallediyordum, ve tüm öğleden sonra benimdi. Sıcak saatte çalışmıyordum ve yemek yeme zamanları yani kayıp zamanlar benim mesaimdi.

Kabak Koyu şehir özelliklerinden gerçekten uzak. Elektrikler saatte bir gidebilir, su basınçsızdır, insanlar birbirine baskısızdır. Çok yaralanma olur, doğa malum. Herkes her şeyi duyar, herkes (nispeten kalıcılar) birbirini tanır. Dedikodu tabi ki sevilir. Orayı gerçekten sevdim. Hep orada yaşar mıydım diye düşündüm. Oradayken fiziksel aktivite, besleyici güneş, temiz hava, etsiz yemekler beni gerçekten besledi. Gelmeden yani son durumda, işlerimi zevkle ve kolayca hallediyordum, insanlara fiziksel hizmet etmenin tadını çıkarıyordum, herkesle aram iyiydi. Kampta ilişkiler açısından çok sorun yaşamadım, benim için iyi bir testti. Tek sorun yaşamaya yaklaştığım anlar, akşam sohbet ortamlarında benim yaptığım sohbetin fazla derin olması ile ilgili sorunlardı. Ben aslında sadece karşımdakini tanımaya çalışan birisi oldum, sınırlarını anlamak içindi herşey, şeklini görebilmek. İnsanlar bıraksanız aylarca goy goy muhabbet yapar, hiç gocunmazlar. Şunu içtik, bunu yedik, öylemi yapsak böyle mi? Boş muhabbet. Kendinden bahsetmemek kaydıyla ne anlatırsan anlat. Genelde bir bilinmek de istememe, bilmek de istememe gibi, sanki sevmek de istememe, sevilmek de istememe hali gibi bir şey.

Şelaleye tırmandım, tehlikeleri vardı, ben bir de terlikle gidilmemesi gerektiğine dikkat etmemişim, yolda farkettim, bir ben.  Harikaydı. Cennet Koyuna gittim, 6 kişi 4 saatliğine tekne kiralayarak. Bizim iki kişi gelmeyince arkadaşla sahildekilere sorduk 2 kişi var mı diye. Bulduk ta. Koy harikaydı gerçekten, medeniyet yok, sırf doğa. Kabak da çok güzel gerçi. Suyun rengi harika ve sıcaklığı küvet suyu gibi, serinletmiyor fazla ama uzun süre içinde kalmak için harika.

Oradan öğrendiğim şeylerden biri de; herkesin bir noktada egolarının olması, bunun konu ile ilgili ortamlarda ortaya çıkması vebu sebeple gerginliklerin olması. Bir çok insan diyaloğu ikna savaşı sanmakta. Bu halbuki karşımdakini tanıyabilmek için onun özgürce kendini ifade etmesine izin verdiğim bir tanışma, bilgi alışverişidir. Taraflar kimsenin kimseyi değiştirmediğini bilmeliler. Yeni bilgi girdisi yaşamış kişi her zaman yaptığı gibi şimdiye kadar öğrendikleri ve bugün öğrendiklerini kafasında işler ve bu durum onun daha farklı düşünmesini, kendi kendini sonradan evde değiştirmesini getirir. Yoksa gelişemezdik, evren ve herşey her an ve genişliyor ve gelişiyorken benim bilincim de genişlemelidir, bu beni insan yapan şeydir.

Kabak bana doğa içinde bir hayat nasıl olurdu bunu öğretti. insanlarla ilişkimi test etmiş oldum. Bir çok harika insanla tanıştım, bir kısmı ile EFT seansı yaptık, harika paylaşımlardı. Yakında yine gitmeyi planlaıyorum Eylul’de falan olabilir çok tavsiye ederim. Orada herkes sizin aynanıza dönüşecek ve kendinizi tanıyacaksınız...

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Duygusal Farkındalık



Duyguların ve duygusunun hem kendi için hem karşısındaki için fakında olmaktır. Duygusal zeka EQ ile ilintilidir. “Ne için ne yapıyorum?” sorusunun cevabıdır.

Karşınızdaki size bir şey anlatırken gösterdiği duygu bazen aslında gerçek hissettiği şey değildir. Bu duygusal yalancılıktır. Bunu herkes yapar. Gerçekten ne hissettiğini bilmek istersiniz. Gerçekten mutlu mu? Şu andan memnun mu?  Benden memnun mu? Sözünde duracak mı? Beni sevdi mi? Bana güvendi mi? Ona yalan söylediğimi anladı mı? Gerçekten üzgün mü? Gerçekten üzgün değilse neden öyle gösteriyor? Duygular ve düşünceler üst üste binmiş durumdadır.

Her zaman karşımızdakinin ne hissettiğini tahmin ederiz. Ve bunu mimiklerinden, tepkilerinden, davranışlarından anlamaya çalışırız. O da gizler. Ama eğer artık onu tanıyorsanız bilirsiniz nelere önem verdiğini, ne kadar kuralcı olduğunu, ne kadar açık olduğunu, yalana ne kadar eğilimi olduğunu, ne kadar düşündüğünü söyleyebildiğini, hayır diyip diyemediğini, hangi dilden anladığını, nelere dikkat etmek gerektiğini, nasıl hoşuna gideceğinizi. Bir kere birisini tam olarak anladığımızda o kişi ile sorun yaşamaz oluruz. İlişkimiz yolunda yürür, iş yaparız, gereksiz durumlara öfke yüzünden enerjimizi ve zamanımızı ona vermeyiz de gider arkadaşlarla eğleniriz, hoş bir film seyrederiz, olumsuz his azaldıkça sağlık ve mutluluk geleceğinden sağlıklı oluruz.

Her an gelecek için tahminlerimiz var, en doğru tahmini yapan, en az hata yapan, en konforlu hayat yaşayan oluyor. Konfor koltuktan gelmez bundan gelir. İnsanlarla ilgili gelecek tahminlerimiz de var, kezadır.

Ortaokuldaki sınıfın garip çocuğunu hatırlayın. Tepkileri bir garip olduğu için tüm sınıf ondan uzaklaşmıştı ya da onunla dalga geçiyorlardı. Farketmedikleri şey o çocuk sadece duyguları anlayamıyordu, lafı uzattığı zaman karşısındakinin sıkıldığını, ani tepkilerden herkesin korktuğunu, insanlar arası arkadaş olma yazılı olmayan duygusal sözleşmesine göre öyle lap diye birisiyle arkadaş olunamayacağını, güven kazanma süreçlerini, içini açma içini görme süreçlerini bilmiyordu, anlamıyordu. Belki tüm merhabalar onun için aynıydı, konuşmak istemeyen insanı ve ya ondan hoşlanmayan insanı anlayamıyordu. Ve hep kendine kızıyor, bu durumlardan kaçayım derken daha çok içine düşüyordu.

Bu insan sadece ortaokulda yoktu, orta yaşta da var, orta direkte de... İlişkileri bozuk insanları ne sanıyorsunuz? Erkeklerin kadınları ve kadınların erkekleri anlamamasını.

Duygusal farkındalık dış tahminlerde olduğu gibi iç tahminlerde de asıl etkendir. İnanır mısınız bilmem ama toplumun büyük kısmı ne hissettiğini bilmez. O an endişeli olduğunu farketmez. Korktuğu için bu işi yaptığını, bunun normal olmadığını, herkesin bunu yaşamadığını, bu duygu ortadan kalksaydı nasıl hissedebileceğini tahmin edemez, daha duygunun farkında değildir.

Sorun çözmek için önce sorunu tanımlamak gerekir.

İçsel duygusal farkındalık beraberinde niye böyle hissettiği sorusunu getirir. Önce varlığını kabul edelim, sonra nedenine bakalım, sonra ne yapabileceğimize.

Ben kişisel olarak kişinin ne dediğini dinlemem, anlatırken ne hissettiğini takip ederim ve aynı anda kendi hissettiğimi de bilirim. Eğer buna dikkat ederseniz hikayenin çoğu zaman anlatıldığı gibi olmadığını görürsünüz.

Birisine “seni seviyorum” dediğim zaman bu onu gerçekten sevdiğimi göstermez, çoğu zaman tam tersi de hissediliyor olabilirim zaten sevgi gösterilen bir şeydir onu kelimeye dökmek ne saçmadır, hatta gösteremediğim için ve artık sevmez olduğum için söylüyor bile olabilirim. Duygusal yalancılık. Aslına bakarsanız abartı sevgi gösterileri de budur.

Karşımızdakini onaylama da budur. “Onaylıyorum” demesek de o anki mimik ve kafa hareketi veya bir küçük gülüş ile yalan söyleriz. Sonra başımıza büyük işler açılır. Bu sürecin fakında olmak duygusal farkındalıktır .

Duygusal farkındalık cuma namazından çıkan herkesin aynı oranda ruhani beslenmeyi sağlayamamış olması, içselleştirmediğinin farkında olmaması, tabi ki aynı oranda sevap kazanamadığıdır.

Bir hikaye; Hz. Ali bir cihatı kazanır ve düşman liderin boynuna kılıcı dayar, lider de ona tükürür ve Hz. Ali kılıcını kınına sokar ve gider. Adam arkasından bağırır ”beni neden öldürmedin?”. O da der ki “seni eğer şimdi öldürürsem bu sana olan öfkem yüzünden olur, ama ben seni Allah adına öldüreceğim”. Bu hikaye bir şey yaparken bunun duygusunun farkında olmayı en iyi özetleyen hikaye bence.

Erkeklerin duygusal farkındalığı genelde daha düşük olur. Kadın kötü hissederse adam bunu anlamaz, adam kötü hissederse kadın bunu hemen anlar. Kadın çok kötü hissetmeye başladığında adam ancak o zaman anlar.

Kızlar babalarına daha kolay yalan söylerler ama anneler anlar, çocuklar annelerine daha kolay açılırlar, onlara yalan söylemek daha zordur ve onlar anlatılırsa anlar, yargılamayı kesebilir ve yapıcı olabilir. Empati.

Dünya üzerindeki doğa ölümü, insan ölümü, savaşlar devletin tepesindeki adamların çatışması ve bencillikleri yüzünden kaynakları ortaklaşamamaları ile ilgilidir. Kendi kendini yok eden bir sisteme dönmüş olmak. Bu sert babanın çocuğunu bir hiç uğruna nasıl kırabildiğini de açıklar, maçlardan sonra sporla alakası olamayacak çatışmaları da, savaş denen şeyin varlığını, ne uğruna ne yaptığımızın farkında olmamaktır. 

Dünyayı bu hale getirenler kadınlar değil, erkekler. Bu insanların nasıl da olmadık şeylerin askeri olduğunu da açıklar. Empatisizlik. Fanatiklik. Gözü görmeyecek olma, hissettiği nefreti farketmeme, daha tanışmadan kararını vermiş olma, ön yargılı olma, tanrıdan uzağa çekilme, hasta olma, hasta etme.

Photoshop, makyaj, pahalı kıyafet, sahte kahkaha gerçek olanı saklamak içindir. Ve kişiler bize “iyiyim” dediği zaman bunu gerçek sanırız, bize gülüyorlar diye bizi seviyor sanırız, ok dedi diye ok sanırız, benim iyiliğim için söylüyor sanırız halbuki kendi çıkarı için öyle yapıyordur. Anlayamayız içini çünkü bakmamışızdır. Aynı kendi içimize bakmamamız gibi. Kendileri bu zekaya sahip değil diye asıl olanları anlayamıyor diye başkalarının da onu anlamayacağını sanır ve bir görünüme bürünür.

Halbuki bazı insanlar bunu yemez, kelimelere takılmaz, kıyafete, paraya, dışsal herhangi bir şeye, söze bakmaz. Aslında ne olduğunu anlamaya çalışır, o sıra susar, dinler, konsantre olur, gözlerine bakar, sakin kalır, sadece anlamaya ve öğrenmeye çalışır, o anın anlamı sadece yeni birini tanımaktır. O an söylenen hiçbir şey inanmak veya inandırmak adına değildir, ikna süreci yoktur, tam olarak karşımdakini anlamak ve kendimi tam olarak anlatma durumudur.

Duygusal farkındalık kimseye zarar veremeyecek olmaktır. Şekilci olmamaktır, salak bir kural yüzünden tüm hayatını mahvettiğini bilmektir, uyum sağlamaktır, dişil enerjidir, şanslı olmaktır evren böyle tipleri sever. Öz ile bağlantılı yaşamaktır. Olduğu durumda olmaya hakkı olduğunu bilmektir, bunu ifade edebilecek olmaktır. Karşısındakinin bir düşman olmadığını sadece kendisi gibi hayatı kotarmaya çalışan bir insan olduğunu bilmektir. Yargılayamaz olmaktır. Gün batımından zevk alabilecek olmaktır, her defasında farklı olduğunu bilmektir. Yemeğe bakıp kafasında kalori hesabı yapmak yerine tadına odaklanabilmektir. Hayattan zevk alabilmektir. Evrene izin verebilmektir, başta zorla bir şeyin parçası yapılmış olduğunu, artık hayatı yeterince algılayamaz olduğunu bilmektir. Hayattan zevk alamama neden olur sanıyorsunuz? Büyük olmaya çalışma çabasının altında aslında kendini küçümseme, değersizliğini öğrenmiş olma olduğunun farkında olmaktır. Kasıtlı eksik hissettirildiğinin farkında olmaktır, eminliktir, korkusuzluktur, öğrenme sürecidir, yargıçlık taslama değil.

11 Mayıs 2012 Cuma

İKİ TİP ZİHİN


Üst  veya alt hissetmiyorum, kötü hissetmiyorum veya hissettirmiyorum. Amca, yenge, anne, baba, komutan, sef, patron, bey, hanım, hocam, kocam, bacım, CEO, abi benden üst veya alt değildir.

 Kimseyi inandırmaya çalışmıyorum veya kimseyi kontrol etmek istemiyorum. Ne üstünden geçinmek, ne kayrılmak, ne inandırmak ne inandırılmak. Fikir alışverişi inandırma savaşı değildir, karşımızdakinin dünya görüşünden bir kesit duymak içindir, alırım, bakarım ve kitaplığıma koyarım. İnanmak veya inanmamak değil sadece haberdar olmak. Orada bir adam var kafasında bunlar var. Bu caziptir, bu asıl zenginliktir, geniş dünya görüşü. Hiçbir şeyin askeri olmamış. Yok mu çevrenizde çevresiyle uyumlu, iddiacı olmayan kişiler? O dandik görünüşlerinin altında birşeyler gizli sanki, bir bilgelik ve gücünü tamamen sessizlikten alıyor.     
Zaten karşımdakinin ne dediğini anlamak için tamamen sakince dinlemeliyim, ama içimdeki o ses karşı tezler üretirken, savaş çığlıkları atarken anlamıyorum sadece duyuyorum. Halbuki ben bildiğimi zaten biliyorum ve bu benim tek sahip olabileceğim şeydir bir anda kaybolmaz. Yeni bilgiye izin vermeliyim ve eskiler ile kıyaslamalıyım, kime ne getirdiğine veya getirmediğine bakmalıyım.

Bir konuşma esnasında birbirini anlamama bundan kaynaklanır. Ve bunu tam yapan kimse yoktur. İletişimsizlik, tüm sorunların temeli.

Elbette bunun diğer adı ön yargılar. Varlığı oranında beslenemiyoruz.

Bir insan ne kadar ön yargılıysa o kadar değişik kişiler tanımamış, değişik ortamlarda bulunmamıştır, o doğru seçimi çok az seçenek arasından yapmıştır. Erken yaşta ondan bir asker yapılmıştır, ne yazık ki... Onun kütüphanesi 3-4 kitaplıktır belki de sadece. Bu insanın bu durumda olmaya hakkı vardır, kaçırdıklarını hiçbir zaman öğrenemeyecektir. Gelecek tahminleri bildikleri değil inandıkları üzerinden sanki biliyormuş gibi yapılmıştır. Bu onun hayatına hiç durmadan kötü gelmiştir, özellikle sağlık, mutluluk ve ilişkiler gibi alanlarda. Ve belki hala belli bir takım hiyerarşik anlayış gereği ya zulm altındadır ya da zulm ediyordur. Başka insanlar adına kararlar almaya çalışıyor, statü ve tehdit zoruyla çevresine “DOĞRUYU” öğretiyor olabilir. Halbuki konuşan kişi dinleyemez. O kişi hayatında ne kadar çok konuştuysa o kadar dinleyemeyecektir. Bilmemekten kötüsü bildiğini sanmaktır.O kişi doğru karar vermeye çok uzaktır, karşılaştırma yapacağı argümanı yoktur, fazla bir şey yaşamamıştır bu hayatta, yeterince çeşitli insan tanımamıştır ve birçok deneyimden rejimsel toplumsal korkutmalar sebebiyle uzak tutulmuştur. Bu konum o kişiye sıranın olna gelmesi sebebiyle verilmiştir, o herhangi bir sınavda yeterliliğini kanıtlamış değildir. Sözleri dikkate alınamaz, korkutma en sevdiği araçtır. Duygusal farkındalığı yoktur. Ne hissettiğini, neden hissettiğini bilmez ve sizinde ne hissettiğinizi ve neden öyle hissettiğinizi bilmez. O bir sistem kurbanıdır, IQsu geliştirilmiş bir bireydir. İnşaat alanında çok başarılı olacak, iletişim alanlarında başarısız olacaktır. İçsel dünyasından bihaberdir veya baskılıyordur. En temelde korkuyordur. Rol yapar. Dinlemez. Makamı ile kimliğini örtüştürür. “Bey, Hanım” denmekten kendini üst görmeye başlamıştır, bu tuzağa düşmüştür. İki tip zihinden hiç durmadan “nasıl olur, olmamalı” diyenine sahiptir, “bu zaten var ve ben bu durumda ne yapacağım” diyenine değil.  Olana direnç gösterecek kötü hissedecek, bir mantığa oturtmaya çalıştıkça delirecek, etiketlemekle çok zaman kaybedecektir.

İşte olanı olduğu gibi kabul ve onunla uyumlu davranışa girme zekası ise “Duygusal Zeka”dır. Yaşanan olumsuzlara direnç mi göstereceğimizi yoksa izin mi vereceğimizi belirler. Ve bu da ondan sonra yaşanacak olayları. Hayat tesadüf değildir. Öğreninceye kadar sınavlar devam edecek...

3 Nisan 2012 Salı

Etiketler

Bir takım etiket örnekleri verelim. Kadın (kadının yeri kocasının yanıdır, kadın haddini bilecek), erkek (erkek adam odur budur), çocuk, doktor, mühendis, avukat, aşçı, kişisel gelişimci, Kürt, Türk, Ermeni, müslüman, ateist, yahudi, GS’lı, FB’lı, BJK’lı, cumhuriyetçi, islamcı, solcu, komünist, şarapçı, gey, hetero vs. Hatta iyi, kötü.

Tüm bunlar birbirimizi kendi kafamızda soktuğumuz şablonlar. Kanka veya düşman belirleme adına. Ayrımclık yapma adına yani.

Her “şunları sevmem, bunlar böyledir” dediğimizde ötekileştiririz.

Kaç tanesini tanıdın ve nasıl hepsi ile ilgili hüküm veriyorsun? Cevapsız.

O “diğerleri”nin içinde ne kadar bulundun, aslında ne biliyorsun? Cevapsız.

İnsanların tek bir etiketi yoktur, birçok etiketi vardır. Gözden kaçar.

Her bir “oncuyum buncuyum” dediğimizde ne olduğumuzu değil ne olmadığımızı belirtmiş oluyoruz. Karşımızdaki insana aba altından sopa gösteriyoruz, “kabul et, etmezsen seni dışlarım”. Tehdit.

İyi veya kötü şekilde damglamak da kezadır. Gerçek hayat Amerikan filmi değildir. Yakından silah sesi duymuş olan bilir. Kahraman yoktur.

Sol beyin, rasyonel beyin, ayrımcı beyin, mantıkçı beyin, lineer (düz) beyindir bunu yaratan. Tüm dünyadaki savaşların sebebi, kadına şiddetin sebebi, baskıların, acıların sebebi.

Tüm eğitim sistemi beynimizin sol tarafını geliştirir. Tarih (iyiler ve kötüler), fen, matematik (2x2 nin 4 ettiği dünya).

Halbuki gerçek hayata adım attığınızda sokakta herkes her etiketi taşır ve siz hiçbirini aslında tanımıyorsunuzdur, fakat tanımadan düşman belleyeli çok zaman oluyordur.

Hiçbir mühendislik hesabı %100 tutmaz, hiçbir köşe tam 90 derece değildir, hiçbir şey tam sivri değildir, hiçbir insan iyi veya kötü değildir, hiçbir kural herkese uygulanamaz, hiçbir olay sonrasında yaşanılacaklar bilinmediği için iyi veya kötü değildir, aslına bakarsanız siyah veya beyaz yoktur, sadece grinin tonları var.

Sağ beyin kullanımı ise genelde kadınlarda (%95 kadınlar, %5 erkekler) bulunur (ANAÇ). Dünyadaki bu kanser halini ortaya çıkaran da onlar değildir, kişisel gelişime de neredeyse yalnız onlar ilgi gösterir, en çok onlar ezilir çünkü kas güçler yoktur. Sadece onlar değişebilir ve herşeyi değiştirebilir.

Şimdiye kadar toplumun kabul ettiği tüm etiketler insan uydurması, geçici, sığ, herkese zararlıdır. Bir teki dışında İNSAN.

Egosal getirisi yok biliyorum.

23 Şubat 2012 Perşembe

Obje

Herkes fırsatını bulsa, yanına arkadaşlarını da alsa doğanın içine yerleşse ister. Neden? Yerleşmeyi bırak orman gezisi iyi gelir.

Bana sorarsanız ağaç, dere, hayvanın hissettirdiği şey besleyici ve onarıcıdır.
Bilim buna temiz hava iyi gelir dese de, sadece düşünmek de iyi gelir, bilgisayarda arka fon yapmak da, evde ev hayvanı da.

Denememişler “evde hayvan olmaz” demesin, bugün evine bir yavru kedi alan, bir sene sonunda hayatta “keşke almasaymışım” demez, hatta bakarsınız insanlarla geçirmediği zamanı onunla geçirir olmuş, onunla konuşur olmuş. İnsanoğlu ne ilginç. Şu ön yagılara neler neler feda ediliyor, ihtimaller sonsuz. Neden geri kaldık harika bir belki 15 yıllık hayvanla daha bir tam yaşam deneyiminden?

Hayvan tüyüne karşı uyarıları ciddiye aldık diye. Annemiz ruh hastasıydı, temizlik hastası, hastalık korkağı diye. Program da öyle kendi kendine pek kolay bozulmaz ne yazık ki.
Sadece ondan mı geri kaldık? Yan mahallede ki tanışmadığımız çocuk? Üniversite kantininde ki tanışmadığımız insan. Korktuk diye. Gitmediğimiz ülke, yemediğimiz yemek, tanışmadığımız diğer insanlar, farketmediğimiz diğer hayatlar, kültürler, müzikler, yapmadığımız hatalar, macera. Olsa olurdu. Zaman hepsine yeterdi. Sorduklarında “hayır” dedik “istemiyorum”, aslında biz de bilmiyorduk ki istemiyor değildik korkuyorduk, hem yeni olandan korkmaya alıştığımız için hem de onaylanmama maliyetlidir şimdi ülkemizde. Gez kırmızı pank saçla, iş mi kalıyor, koca mı kalıyor, anne mi kalıyor, baba mı kalıyor, devlet dairesi mi, polis mi, sokaktaki adam mı?

Her deneyim bir duygu demek ve aslında hiç bir zaman kelimelere tam dökülemeyecek, anlatmak mümkün değil, en iyi ihtimalle ona olabildiğince yakın bir durumu veya kişiyi tasvir ederim, ama parfümünün hissettirdiğinden veya sokak çalgıcısının hissettirdiğinden bahsedemem, aslında aklımda kalan tüm o küçük duygularının baskın olanlarının hatırlanması. Öğrenirim. Çanta çalınırsa yer lanet olur. Sana kilolu olduğunu söylerse artık baskın duygu öfkedir. Ve yine tarif edilemez. Yaşayan bilir. Ve yaşanmalıdır, kütüphanedir, vizyondur, devlet başkanı kapasitesidir, bilmektir, sevmektir, yarın daha iyi hissettirecek kararlar alabilmektir. Ve hatalar en öğreticiler olacak.(bknz MS 2150 kitabı).
İşte ne sebepten olursa olsun birisine bir şeyi yasaklamak veya yaşamasını kendi ön yargı ve korkuları sebebiyle engellemek, o insanı obje yapmaktır.

Objenin özellikleri ; bana ait, hiçbir yere gidemez, başkası “benim” diyemez “ağzını kırarım”,onu ne istiyorsam öyle kullanırım, karar falan veremez ve en bombası; obje bana borçludur, tabi ki hiç bir yere gidemez, ben onun parasını vermişimdir.

Neleri mi objeleştiriyoruz?Çocukları, kandınları, hayvanlarımızı, çalışanlarımızı. Adam kadını obje yapıyor, kadın da çocuğu.

“Ben daha iyi bilirim” çünkü “yaşlıyım, babayım, hocayım, para bende, ben master yaptım, albümüm 10.000 sattı, hiçbirşey olmama gerek yok erkeğim, sen de kadın”.
Kendini yoketmek basitçe. Yaşamamış bir toplumuz biz. Pek bir şey bildiğimiz yok, hava civa. Ne dese kaale alınamaz. Ondandır asıl cehalet (sonuçta kimse hayatın içinden bir matematik sorusunu çözemediği için cahil olmuyor, oturup kalkmasını, saygıyla sonuna kadar dinlemesini bilmediği için), geri kalmışlık, gizlenmeye calışılan gitgide artan hastalıklar, derin mutsuzluk, tatminsizlik, öfke, diğer aklı evvel ülkelerin oyuncağı olmak.

Kimsenin verdiği kararın çok bir referansı yok, hayatla ilgili asıl kimse pek bir şey bilmiyor çünkü. Fizik ötesi yani duygusal farkındalık eksik, maliyet, acı ve saydıklarım, boş geçen hayatlar. E sıkıntı yapar tabi.

9 Ocak 2012 Pazartesi

KORKU


Korku öncelikle bir inançtır. “Korkulması gerektiğine dair bir inanç”. Ya birileri korkutur (anneniz, toplum,anane vs.), ya siz kendiniz yaşarsınız güvensizlikten korkarsınız, ve sonra hep korkarsınız.
Bir farkı bilelim, “hayvan karşıma çıktı ve bana doğru koşmaya başlayınca korktum” ile “kedi” dendiğinde zıplama şeklindeki korku aynı şey değil. Biri hayatta kalmayı sağlar, benim hayatımı kurtarır, adrenalinimi arttırır, diğeri beni paranoyak yapar, mutluluğumu çalar,direncimi düşürür,çok maliyetlidir (tüm sigortalar, ekstra güvelikli araba, çanta, alarm sistemi vs. ne varsa), özgürlüğümü kaybederim (gece çıkamam, yalnız kalamam, onu yapamam, bunu içemem, güvenemem) diğer insanlara yük olurum, can sıkarım.
Öğenin kendi yokken korkusu vardır, varmış gibi veya olacakmış gibi hissedilir. Zarar göreceğine dair ön yargı.
Sebebi geçmiş hayali veya gerçek deneyiminde çaresizlik hissedilmiş olması. Bu çaresizlik hali, hali hazırdaki zayıflık, beceremezlik inancıyla “yapadım yapamam” a dönüşmüş olması. Buyrun yeni bir korku kazamış oldunuz. Hayırlı uğurlu olsun 83. gerçek korkunuz ve 2534. korkuya dönüşmemiş endişe haliniz.
Temel sebep zayıflık inancı. Durmadan “ay dokunma, ay bak beceremedin, sen nerden bilicen” denmedi mi sana? “Ayıp, günah, yasak, iğrenç, ahlaksız” öğretmediler mi sana?
Buraya kadar yakından bakıncaydı. Şimdi uzaktan bakınca.
Korku insanın insanı yönetme biçimi. Baba çocuğu korkutur, uslu olsun, başarılı (sınıfta, hayatta) olsun, şablona girsin diye, devlet vatandaşı korkutur uslu olsun, köle (başarılı) olsun, şablona girsin diye amerika türkiyeyi korkutur uslu olsun, köle (başarılı) olsun, şablona girsin diye, öğretmen öğrenciyi korkutur uslu olsun, başarılı (sınıfta, hayatta) olsun, şablona girsin diye, komşu annemi korkutur kendi de korktuğu için, ben korkarım herkes korktuğu için. Uslu, başarılı, uçar, kaçar ne haltsa.
Doğuştan 2 korku ile start alınır.Öğretilir.
Korku gerçek değildir, bir sanrıdır.
Hakkaten “korkmuyorum” denebilse kabustan uyanmaya eş değerdir. Ortada bir şey olmadığı gözükür.
Nerden mi biliyorum? Çünkü korkmayanlar var, bir şekilde yapanlar. Korkuya değilde eğlence, coşku, sevgiye odaklanabilenler.
Herhangi alandaki başarı (piyano, ders, parasal, aşksal, iyi insan vs.) sadece akış halinde olma ile gelir. Fazıl Say’ın çalarken artık tuşlara bakmaması da, ağzını yarım açıp tavana bakarak çalması. Alıgısının tam açık şekilde olması, tam kosantrasyon hali. Artık kimsenin “hadi yavrum şu lokmayı da ye, şu soruyu da çöz gibi sizi dürtükleme durumu kalmamış. Sırf sevgiden yapılır, sonunda başarı olup olmadığı umursanmaz, ölünse gam yenmez. Endişe ve korku halinin tam tersi yani, iki uç, yin ve yang, varlık ve yokluk, anda olmak yerine sanal korku cumhuriyetinde kabusu yaşamak, neo’nun kırmızı ve mavi hapıdır.
Bu sebeple çevrenizdekilere korkmaya gerek olmadığını ve özgürlük için feda edilmeyecek hiçbir şey olmadığını gösterin. Çünkü insan önce birinde görür, garipser, reddeder, zaman geçer, düşünür, saçma inançlar ilk kez sorgulanıyordur onun için. En son yapabileceğine karar da verebilir, toplum vs. baskısını göze alamayabilir de. Eksik deneyimler bir dahaki hayata.
Korku ile programlı bilinçaltı değişmedikçe durum biraz umutsuzdur. Çevrenizdeki şikayetçi insan sayısına bakın. Hayatlarındaki bazı şeyleri zamanı geldi de geçiyor olmasına rağmen değiştiremeyenler.
Korkuyu kafada yenmek tek çözüm, bu da duygusal özgürleşme teknikleri ile yapılabilir.
Korku, endişe, keşke varken anın tadına odaklanılamıyor, boşverin başarıyı. Hayat “zaten bu” değil, tabi ki değil, hiç olmadı, siz sadece kafasını kaldırmasına izin verilmediniz, semtinizden çıkmadınız, ötekini denemeye fırsat bırakılmadınız, aslına bakarsanız kullanıldınız, millete inandınız, sömürüldünüz dolaylı dolaylı yollardan. Bir yapanı görmediniz, “ne bileyim ki” oldunuz.
İnandığın korkuyu başkasına aktarmak, tüm inanç sistemlerinin devamlılığının ortak noktasıdır. Siyaset, toplumsal ahlak, din, bilim.
Korkacak bir şey yoktu. Herhangi bilimsel, akademik, uzman tarafından, geleneksel, tanrısal (yoksa tanrı...)gerekçe gibi gösterilmiş, aslında senin deneyimlememiş olduğun şeylerdi sadece. “Yapamazdın” sadece.
Gördüğüm kadarıyla pek kimsenin kaybedecek bir şeyi kalmamış. İlk adım karar vermek, gerekliliğini farketmektir, gerisi gelir.